Sepetim (0) Toplam: 0,00TL

Basında Büyüyenay (2014)

İşte bu senenin ödüllüleri ve bendenizin kısa değerlendirmesi: Kitap Yayıncılığı-Büyüyen Ay Yayınları (Yıl içindeki bütün kitaplarıyla): Daha ilk yayınlarıyla dikkatleri üzerine çeken yayınevi, ardarda neşrettiği kıymetli eserlerle kültür sanat dünyasında, fikir âleminde, yayın câmiasında adından sıklıkla söz ettiriyor. Demek ki istenirse iyi yayıncılık yapılabiliyor. Mustafa Kirenci yıllar boyunca üstat Sezai Karakoç ile birlikte olmuş, onunla Diriliş’te çalışmış idealist bir yayıncı yazar. Büyüyen Ay’ın daha da büyümesini temenni ediyorum. Bâbıâli’ye iyi bir yayınevi daha geldiği için çok sevinçliyim. Yayınevi yöneticileri ile çalışanların yolları ve bahtları açık olsun.

Mehmet Nuri Yardım,
sanatalemi.com, 1 Ocak 2014.

 

Klasik metin yayıncılığında titiz ve gayretli çalışmalarıyla öne çıkan Büyüyenay Yayınları’nın siyasetname serisinin altınci kitabı Pir Mehmet Za’ifi’nin mensur-manzum siyasetnamesi, 16. yüzyıla ait klasik bir metin. Kanuni devrinde meşhur olmuş Za’ifi’nin yazdığı ve Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu Gülşen-i Mülûk [Hükümdarlar Bahçesi], yöneticilere yapılacak işlerin usul ve esaslarıyla ilgili öğütler veren önemli bir metin. Gülşen-i Mülûk’un Topkapı Sarayı kütüphanesi’ndeki orijinal tıpkıbasımı da kitabın sonuna eklenmiş.

Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki,
Sayı: 83, 8 Ocak 2014, Sayfa: 30.

 

kapak tasarımları oldukça güzel olan tasavvuf ve doğu fikriyatına hitap eden eserler yayımlayan bir yayınevi. ayrıca osmanlı dönemine ilişkin kimi metinleri tıpkıbasım halinde yayımlıyorlar. yayın yönetmeni mustafa kirenci. 2012’de osmanlı dönemine ait yazarlardan necip asım yazıksız’ın kitap isimli eseriyle ilk olarak yayın hayatına başladılar.

dolaysiztümlec, ekişi sözlük, 21 Ocak, 2014

 

Merhum Hüseyin Rahmi Yananlı (1929-2013)’nin ölümünden sonra yayınlanabilen çeviriyazı çalışması Bedreddin dışında üç irfan sahibinin daha Vâridât üzerindeki çalışmalarını bir araya getiriyor. Ana metin Şeyh Bedreddin’e ait; Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım’ın Arapça aslından tercümesi ise Vâridât’ın Türkçedeki ilk tercümesi; Muhammed Nûru’l-Arabî’nin şerhi ise Ali Urfî tercümesidir. Arapça tercüme matbu değildir ve Yananlı metni iki ayrı yazmasını karşılaştırarak yayına hazırlamıştır. Muhammed Nur Şerhi’nin Ali Urfî tercümesi de yazma nüshasından hazırlanmıştır.

Görüldüğü üzere metin bugüne kadar tasavvuf okuyucusunun pek de ulaşamadığı nüshalarının cem’iyle yayına hazırlanmıştır. Elbette ki Vâridât, Türkçeye birkaç kez tercüme edilmiştir ve bunların bir kısmı Osmanlı harfleriyle, bir kısmı hem Osmanlı harfleriyle hem yeni harflerle, bir kısmı da sadece yeni harflerle basılmıştır. Merhum Yananlı çalışmasına yazdığı girişte bunlardan bir kısmını anıyor...

M. Serhan Tayşi’nin hazırladığı Vâridât da, Yananlı’nın metininde yer alan Mûsâ Kâzım tercümesidir. Fakat Yananlı metnin iki ayrı yazmasını karşılaştırarak yayına hazırlamıştır metni. Muhammed Nûru’l-Arabî Şerhi’nin Urfî tercümesi ise -sanırım- ilk kez günümüz alfabesiyle yayınlanıyor.

Eser, Yananlı’nın hazırladığı hâliyle bir ‘sandû‑katü’l-maârif’ görünümündedir. Bedred‑din’in söndürülmüş / karartılmış ayışığını canlandırma çalışmaları olarak irfan sahasına çıkan Vâridât etrafında oluşturulmuş bu çalışmaların günümüze değin kesintisiz olarak sürdüğünü söylememizi mümkün kılan metinlerden biri de bu neşirdir. Bir sırf metin mütercimi (Mûsâ Kâzım), bir şârih (Muhammed Nur) ve bir de şerhin mütercimi (Urfî)’ne ait çabalar, Hüseyin Rahmi Yananlı’nın neşrinde bir araya geliyor. Doğrusu tam bir ‘sâyimeşkûr’.

Yukarıda sıraladığımız tercüme, şerh, sadeleştirme ve çeviriyazı çalışmalarıyla birlikte Büyüyenay Yayınlarının bu neşri, günümüzdeki Vâridât üzerine yayınlar külliyâtını oluşturuyor. Vâridât külliyâtının gittikçe zenginleşeceğini şimdiden görebiliriz.

Yusuf Turan Günaydın, Hece Dergisi,
Sayı: 206, Şubat 2014, Sayfa: 143-44.

 

“İyi kitap okumak istiyorum, tavsiyede bulunur musunuz?” diyen bir gence, ikisi de Büyüyenay Yayınları’nca kitaplaştırılan Filibeli Ahmed Hilmi”den “A’mâk-ı Hayâl” ile Yurdagül Mehmedoğlu”ndan “Sen de Rivayet Etsen” adlı “rüya roman”larını okumasını önermiştim.

Tekrar karşılaştığımızda okuyup okumadığını sordum. Okumuş okumasına ama ikisini de anlamamış. “Bir gariplik var” diye belirtti; rüyanın her iki kitapta da merkeze alınmasını kendi gerçeklik bilgisiyle bağdaştıramamış.

Doğrusu zikrettiğim iki kitap da “iyi okurlar için, iyi kitaplar.” Ortalama bir okurun velev ki Müslüman da olsa kolay okuyabileceği, hazmedebileceği kitaplar değil. Her ikisini de doğru okuyabilmek, anlayabilmek için tasavvufu ve ancak onun bahçesinde boy verebilen İslam sanatını bilmek gerekiyor. Dolayısıyla burada farklı bir kültürle yüz yüzeyiz; “iyi ama biz Müslümanız, kültürümüzü biliriz” dediğimiz yerde bile kültürsüzlük kültürüyle kuşatılmış olduğumuzun farkında değiliz...

“A’mâk-ı Hayâl” ile “Sen de Rivayet Etsen”i bu rüya terbiyesinin içinden okuduğumuzda ancak o metinler kendilerini bize açabilirler çünkü onlar rüyayı bilenen bir bilgi olarak değil, bilgininin (aracısına, niteliğine ve iniş) tarzına bağlı olarak merkeze almışlardır.

Ömer Lekesiz, Yeni Şafak Gazetesi,
14 Şubat 2014, Sayfa: 13.

 

Türkiye’nin önemli öykücülerinden biri olan Kamil Doruk’un üç öykü kitabı Antik Sevgililer, Ağlamayın Efendim ve Hikâyevikâye; geçen aylarda Büyüyenay Yayınları tarafından ‘Yağ Sevgili Yürek’ adıyla toplu olarak yayınlandı. Edebiyatımızın en münzevi kişiliklerinden biri olarak kendini anlatmada, röportaj vermede oldukça ‘cimri’ davranan, ancak kelimelerle ünsiyet kurmada son derece mahir bir hikâyeci var karşımızda. Eleştirmen Ömer Lekesiz onu ‘Kelimelerin reisi’ olarak anmakta hiç de haksız değildir. Hikâyelerinin yeniden ve toplu yayınlanması dolayısıyla edebiyatımızın bu ‘isimsiz’ kahramanını yakından tanımanın vakti geldi de geçiyor bile.

Kamil Doruk’un öykülerinde ilk göze çarpan, ‘bildik öykü kalıplarına aykırı’lığıdır: Doruk, bilinç akışı tekniğini ve çağrışımlarla ilerleyen sembolik anlatımı ustaca kullanır. Öykülerinde anlatılandan (olaylardan) ziyade, anlatım ön plana çıkar. Dolayısıyla kendisini kolay kolay ele vermez Doruk’un öyküleri. Üzerinde durmak ve anlamayı ‘hak etmek’ gerekir. Aslında, bir tür belirlemek, ‘kesinlikle öykü’ ya da ‘hikâye’ demek de mümkün değildir Doruk’un eserleri için. Öykü, hikâye, şiir, deneysel metin sınırlarında dolanır hepsi. Ortak özellikleri, kesinlikle, dil’in nitelikli kullanımıdır. Kamil Doruk’un hikâyelerinde dikkat çekici noktalardan biri de şudur: İlk dönem hikâyelerinde “tahkiye”yi öne çıkaran yazar, son hikâyelerinde tamamen “durum”a yönelmiş görünüyor. Tahkiyeden ziyade durum ile ilgili bu hikâyeler daha çok anlık düşünceler ve kısa saptamalarla ilerler ve bize görünenin arkasındaki hakikati /hikmeti göstermeye çalışır.

Peki, kimdir Kamil Doruk? Kartvizitindeki bilgilerden ziyade, Kamil Doruk -özellikle yeni kuşak için tam bir efsanedir. Çünkü yazar, 1995’te ikinci kitabı Ağlamayın Efendim’i kaleme aldıktan sonra uzun süre yayınlamaya ara verdi, nihayet 2011’de tamamen kendi imkânları ile son hikâye kitabı Hikayevikaye’yi yayınladı ama kitap dağıtıma verilmediği için kendi çevresinin dışında kimse kitaba ulaşamadı. Özellikle Hikayevikaye hakkında, kulaktan kulağa dolanan bilgilerden ötesine ulaşmanın imkânı yoktu. Bunun cevabını da, belki, Ömer Lekesiz’in dediği gibi editör nazında, edebiyat sektöründe, tüketici okurda; yani kısacası Kamil Doruk’un muhalif duruşunda aramak gerekir. Dergilerde ve gazete köşelerinde görmek de mümkün değildir Doruk’u. Yalnızca yazı ile ilgilidir, o kadar.

Kâmil Doruk’u tanıyanlar bilir; edebiyat dergilerinde, gazete sayfalarında boy göstermese de hepi topu üç kitabıyla, hikâyenin ‘kamil kalemler’i arasındaki yerini almıştır. Tanımayanlar için ise yeni bir keşif zamanı. Büyüyenay Yayınları’nın iş bu üç öykü kitabını(Antik Sevgililer, Ağlamayın Efendim ve Hikâyevikâye) bir araya getirip toplu basmasının edebiyatseverler için çok önemli olduğunu söylemek gerekiyor.

Mehmet Hakan Kekeç, Star Gazetesi,
27 Şubat 2014, Sayfa: 19.

 

Yazılışı tarihi, yazarı ve kopya edenlerinin bilinmediği, dünya üzerinde yalnızca üç kütüphanede varlığına rastlanan kadim bir eser daha gün yüzüne çıktı. Büyüyenay Yayınları bu yılın henüz başında ‘Aristoteles’ten Adab-ı Harb ve Üslub-u Ceng adıyla, Savaş Adabı ve Ahlâkı isimli bir kitap yayınladı. Genç akademisyen Doç. Dr. Özer Şenödeyici’nin titiz çalışmasıyla basımı gerçekleştirilen kitap, içerisinde Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki nüshasının tıpkıbasımını da içeriyor...

Adab-ı Harb’de ordu teşekkülü Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace’nin aktardıklarıyla Hz. Peygamber’in öngördüğü bir biçim ve düzen tavsiye edilmektedir. Nasihatname olarak kaleme alınan eser, hem iyi bir komutanın özelliklerini hem de komutanlara savaşta karşılaştıkları durumlarla ilgili neler yapılması gerektiğinin tavsiyelerini içeriyor...

Yusuf Genç, Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki,
Sayı: 85, 1 Mart 2014, Sayfa: 3.

 

Büyüyenay Yayınları, yayınladığı renkli kitaplarla, yayın dünyamıza yeni bir soluk getirdi. Şimdi de çocuklar için ilk eseri ‘Çocuklara Hayat Risalesi’ni yayınlayarak bu dizinin de startını vermiş oldu.

Edep, terbiye, ahlâk dediğimiz mefhumlar şartlara, zamana göre değişiklik arz eder mi? Elbette ki insan değişir ama temel ahlâki kıstaslar değişmez. Bunun değişmediğini/değişmeyeceğini henüz yeni yayınlanmış bir risalede görebiliriz. Adı “Terbiyetü’l-Etfal Risalesi”. İstanbul’da, 10 Ağustos 1868 yılında yayınlanmış. Asli görevi mühendis olan ve Osmanlı’da ordunun muhtelif kademelerinde de müfettiş olarak görev yapan Edhem İbrahim Paşa’nın bu küçük risalesi, “Çocuklara Hayat Bilgisi” adıyla... yayımlandı.

Evvela Edhem İbrahim Paşa, bu risaleyi çocukların eğitim ve öğretimi için kaleme aldığını söyler ama eğitim ve öğretim ifadesi içine sadece bizim bildiğimiz türden konular girmez. Yayınlandığı dönem itibariyle çocuk terbiyesinde tek eser olan kitapta; çocukların ahlâki ve ruhi gelişimi, vücut ve vücuttaki organların bakımı, bazı tarihi ve coğrafi olaylar ve bütün bunların insanlık ve medeniyetçe bilinmesi gerekenler hikâye ve nasihatler eşliğinde aktarılmış. Yayınevi ise, kitabı ayrıcalıklı kılan iki hususu zikrediyor. Birincisi, çocukların kendinden başlayarak çevrelerine ve hayatını dolduracak şeylere ilişkin duyarlılık geliştirmesi; ikincisi ise, kitabın üslup ve anlatımı itibariyle çocuk dilini yakalamış olması… Kitap zaten Gazali’nin “Ey Oğul” isimli risalesi kıvamında. Okurken çocuk duyarlılığının kesinlikle dikkate alındığını ama söylenen ve dile getirilen temel ahlâki esasların, hemen herkesi kuşattığını söyleyebiliriz. Yani önce anne baba olarak okuyanları terbiye eden risale, sonrasında çocukların da dünyalarında büyük bir yer açacaktır...

Kitabın sayfaları arasında dolaşırken, geçmişe hep tedahülden kalkmış mal ya da eser gibi bakanlara inat, “Çocuklar için yazılacak bir risale böyle olmalı!” demek geliyor içinizden.

Kâmil Büyüker,
dünyabizim.com. 3 Mart 2014.

 

Kendi rivayeti de dâhil varlığı kendinden ayırmayan/ayıramayan bir yazıcının anlattıklarına kapılıp hikâyenin orta yerinde kendi aksimle karşılaştığımda geriye dönmek için çok geç olduğunu anladım ben. Oysa ben demenin; anlatmaya çalışmanın; en büyük yokluk alameti olduğunu keşfedeli çok olmamıştı daha. İşte sırf bu yüzden anlatmayı değil de anlatanlara acımayı tercih etmişken hikâyenin orta yerinde, dehlizin tam ortasında dinleyen değil de anlatan olduğumu fark edince; içine düştüğüm bu durum için hınçlanıverdim yazıcıya. Çünkü ben bilmek değil, duymak istiyordum artık. Kendimi ve kendi hikâyemi herkesten gizlediğimi düşünürken, hikâyemin beni yazıcının dilinden kuşatıvereceğini nerden bilebilirdim...

Her kim varsa her şeyin olup bittiğini düşünen, varlıkla yazıyı, hikâyeyle yazıcıyı ayrı gören, okumasın bu kitabı...

Varlığı yazının bir parçası haline getiriyor “Sen de Rivayet Etsen”. Bunu yaparken de her şeyin olmakta olduğu tek anı işaret ediyor özneye. Tecrübe etme anı. Kendi ölümünü tecrübe edemediği için kendinin dişi ya da erkek yanını öldürüyor anlatıcı. Kendini anlatıyor. Heveslerini anlatıyor. Ölümü anlatıyor. Bunların hepsi kendi tecrübesi. Ama hepsinden öte bu tecrübeleri dile getirecek bir başka benlik daha lazım. Hâkkâk’ı, Sedefkârı, ihtiyarı kendi içinde tecrübe etmiş bir anlatıcı lazım.

O yüzden bu anlatılanlar hüzünlü bir aşk hikâyesi olmasının yanı sıra, derin anlamlar taşıyan bir soruşturma. Düz yazının sınırlarının birçok yerde zorlanıp şiirsel bir anlatıma dönüşmesinin nedeni de bu olarak görülebilir. Zaman zaman ‘şüphesiz mensure bu kısım’ dedirtecek bir dil. Hiçbir şey planlanmadan yazılmış. Başlangıç cümlesini yazarken bitiş cümlesini bilmenin keyfini ve şiirselliğini yaşamış anlatıcı. Bu yüzden de roman başladığı ritimde devam ediyor ve aynı ritimde bitiyor.

Her şeyin olup bitme ihtimaline dair bir tek işaret var işte. Yazı. Kendisi hem varlığın bir parçası. Hem de varlık onun bir parçası. Elimde var olmuş bir kitapla öylece kalakaldım. Borges’in, ‘Binbir Gece Masallarının içinde Binbir Gece Masalları’nı okuyanın bizi niçin rahatsız ettiğini sorguladığı retoriği geliyor aklıma. Sakın kurgu olan hakikate, hakikat olan düzmeceye dönüşmüş olmasın! Sakın, ben kitabın içinde olmayayım! Ve sakın kitap benim zihnimde olmasın? Bilemedim.

Ali Öncü,
edebistan.com 7 Mart 2014.

 

Büyüyenay Yayınları klasik kültürümüze ait eserleri yayımlamaya devam ediyor. Rüzgârın Söyledikleri - Hikâye-i Şabur Çelebi de bunlardan biri. Kültürümüzde hikâye geleneğinin kuvvetli, sözlü anlatının yazıya dönüşmesinin ayrı bir anlamı olduğu unutulmamalı. Bu eserlerin anonim, yazarı belli olmasa da belli bir üslubu ve tarzı olduğu gerçeği kültürümüzle ilgili. Eserin sunuşunda dönemin ve eserin özellikleri kısaca ele alınıyor. Özünü ve ruhunu bozmadan sadeleştirmeyle eser daha okunaklı kılınmış. Bir çırpıda okunabiliyor. Canlı bir anlatım tablosu var... Bir aşk hikâyesinin süreğinde yaşananların nasıl bir sultan, nasıl bir adalet ve hak bilirlik olduğu, olması gerektiğinin bir anlatısıdır bu eser...

Cihangir Berk, Yedi İklim Dergisi,
Sayı: 288, Mart 2014, Sayfa: 79.

 

Sırlı şahsiyet Sunullah Gaybî’nin divanından sonra bir eseri daha neşredildi. Büyüyernay Yayınları tarafından “Sohbetnâme-Biatnâme-Devre-i Arşiyye” adıyla yayımlanan kitap adeta bir hazine niteliğinde. “Kenz-i mahfi” yani “gizli hazine” sırrının râyihasını saçan kitap adından da anlaşılacağı üzere 3 bölümden oluşuyor. Kitabı yayıma hazırlayan ve yakın zamanda Hakk’a yürüyen H. Rahmi Yananlı’nın takdimde buyurduğu gibi ve Gaybî’nin alıntıladığı şekliyle “Sohbetnâme Gaybî’nin İbrahim Efendi’nin sohbetlerinde dinlediği ‘kutsî sözlerin ve güzel ibârelerin bilâ-ziyâde velâ-noksan aslî temizliği üzere’ zapt ve naklinden ibarettir.”

Sohbetnâme’ye başlar başlamaz Olanlar Şeyhi Aksaraylı İbrahim Efendi’nin kısa ama bir o kadar da etkili ve yoğun sözlerinin üzerinde hemen düşünmeye başlıyor insan. İbrahim Efendi’nin her sözü birbirinden veciz. Üzerine müstakil bir eser ya da risale yazılacak bir konuyu, durumu, olayı bir cümleye sığdırabiliyor İbrahim Efendi. Sohbetnâme’yi okurken “aforizma” ve “retorik” mefhumları geldi aklıma. Bunların Avrupaî olması şöyle dursun; aforizma kuru ve soğuk bir gerçekçilik, bir üstten bakış ihtiva eder benim için. Retorik de neyi söylediğini değil nasıl söylediğini önceler.

Muhammed Özbey,
dünyabizim.com, 27 Mart 2014.

 

[2013 ESKADER ödülü dolayısıyla] Kitap Yayıncılığı - Büyüyen Ay Yayınları (Yıl içindeki bütün kitaplarıyla): Yayınevi, ardarda neşrettiği kıymetli eserlerle kültür sanat dünyasında adından söz ettiriyor. Demek ki istenirse iyi yayıncılık yapılabiliyor.

Mehmet Nuri Yardım,
Milat Gazetesi, 22 Nisan 2014.

Sil Pasını Gönlünün... Gönlündeki pası silmek isteyenler için şahane bir kitap. Kâmil Doruk imzalı. “Karanlık hep vardır, çabalayan ışıktır’’ şiarıyla ışığı yüzlere tutan Büyüyenay yayınları arasından yeni çıktı. Hikâyeleriyle tanıdığımız Kâmil Doruk, bu defa bilgece tebessümüyle, bir masal anlatıcısı olarak karşımızda. Sil Pasını Gönlünün, insanın kendisinden doğacak kötülüklerden hem kendini hem de başkalarını koruduğu, insanların an be an mücadele ve çabayla iyiliğe doğru ilerledikleri bir masal evreni. Düşle gerçeğin sınırında, bazen bir lütuf bazen de katı gerçeğin kendini dayattığı bu masal evreni, hakikatte yaşadığımız hayat gibi gerçek. Kâmil Doruk, buna masal diyerek ve masal havasında anlatarak sanki bize, gerçeğimizi bir de bu açıdan göstermek istiyor...

Mehmet Şeker, Yeni Şafak Gazetesi,
7 Haziran 2014, Sayfa: 22.

 

16. yüzyılda Mustafa Bin Bâli tarafından kaleme alınıp III. Murad’a sunulan İlm-i Firaset kitabı, sadece yüzünden de değil, insanın görünen tüm uzuvlarından, belli mizaç ve huylarından hareketle insana ilişkin yapılan okumanın Türkçe ilk kaynağı... Dışa bakarak içi okumak. Suretten sirete bir keşfe çıkmak. Yüz ruhun fihristidir. İnsanın ruhunun giriş kapısı mesabesindendir. Eskiler, bu ilmi çok ciddiye almışlar ve insana bakarak ona dair önemli hükümler vermişlerdir. İnsanların zahiri halinden yani renginden ve azalarının şeklinden deliller getirerek onların ahlâklarını bilmek; kısaca dış görünüşe bakarak içi keşfetmek… İnsanın kendisini ele veren bu yönüne yeniden dikkatlerimizi çeken çok değerli bir çalışma var elimizde. Mustafa Bin Bâli’nin 16. yüzyılda kaleme alıp III. Murad’a takdim ettiği İlm-i Feraset adlı eseri Ramazan Sarıçiçek çok özenle çalışarak gün yüzüne çıkarmış. Müellif, kendisinden önce kaleme alınan bu alandaki eserleri derinlemesine incelemiş.

Said Yavuz, Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki,
Sayı: 88, 11 Haziran 2014, Sayfa: 6.

 

... Hayatımız bir çok soru, sorun, cevaplar, cevapsızlıklarla doludur. Bize verilen dünya hayatını kesbedilme gücü ve kuvveti elimizde değildir; fakat ahiret hayatı kesbedebileceğimiz bir hayattır. Yapıp ettiklerimiz, iyimserliklerimiz, kötümserliklerimiz, arzularımız, düşüncelerimiz ahiret hayatına uzanan bir ara kablo işlevindedir. İnsan neyi yapmışsa, ahiret tarlasında da o hayatı karşında bulacak şüphesiz. Kendi hayatımızı yaşarken, “Hayat Nedir?” sorusuna yaratılışımıza uygun cevaplar verebiliyorsak hayatımız rengine uygun şekilde yol alıyor demektir. Mehmet Ali Aynî de “Hayat Nedir?” diye soran iki öğrencisine, iki öğrencisi üzerinden de “Hayat Nedir?” kitabını okuyan tüm okurlarına cevap olacak şekilde hayatı her yönüyle inceleyip, anlatmıştır.

“Hayat Nedir” sorusuna yanıtlar arayan, aradığı yanıtları sağlam bir dayanağa temellendiren bu kitap, boşluklarımıza iyi gelecek, bizi silkindirecek, başımızı tutup sallayacak, kalbimizi sıkıp rahatsız edecek bir niteliğe sahip. Kitabın dili oldukça anlaşılır. Unuttuğumuz, mazide kalmış gözüyle baktığımız kelimeleri bize yeniden hatırlatan, dipnot kısımlarında kelimelerin anlam karşılıklarını veren, Büyüyenay yayınlarından çıkmış olan “Hayat Nedir?” isimli kitap muhakkak okunmalı, tahkik edilmeli. İzbeleşmiş hayatlar olmamalıdır tercihimiz. İnsan hayatın özünü ve içini görebilmek için, kendi iç gözünün görme yetilerini kaybetmemelidir. İç gözümüzün bakışları güzelse, hayatımız da bizi vareden Güzel’e doğru adımlıyor demektir.

Hatice Ebrar Akbulut, Milli Gazete,
15 Haziran 2014, Sayfa: 15.

 

Bir kitap sizi sadece kendisine götürmez. Okurunu da kendi içinde yolculuğa çıkartır. Anıları, duyguları esinlendirir, kanaatleri pekiştirdiği gibi hayreti de çoğaltır. Âlim Kahraman’ın yeni çalışmasını okurken, İstanbul Radyosu’nun kimi koridorlarını hayalen adımladım. Gittim geldim. Binanın dışında durdum. Odalara giremedim. Kapıları zorlayamadım. Duvardan sızan ağrıyı dinledim. Devletin nobran yüzünü buruşmuş kâğıtlardan topladım. Arşiv seslerinin ormanında gece boyunca yol aldım. Döndüm kendi yarım odama, o odanın adımlarına en sonu da kitabın iç sesine kapıldım. Kapandım.

İddiasız, alabildiğine alçakgönüllü, bir şairin edebiyat iklimindeki dostluğuna ilkten kabul edilmiş, eleştirmen kimliğini her zamanki gibi saklayan, inadına saklayan, hep saklayan bir yazarın kitabı bu. Elbette, Âlim Kahraman’a çıkıyor, onun yazı ve yazarlıkla, Cahit Zarifoğlu örneğinden, somutlanmasından derin izler taşıyor. “Yazma denemelerinin başında” kritik bir eşikte buluştuğu şair, belli ki sevgi ve saygı yönünden de oldukça etkili olmuş Kahraman üzerinde...

[Cahit Zarifoğlu] Oysa der, eleştirmen olmasını istediği Âlim Kahraman’a, “Picasso nasıl yırtık bir defter yaprağına yaptığı resimde yine Picasso ise sen de bu çerezlerde, değini yazılarında bile asgari bir ağırlık hissettir.” Eleştirmen ol...

[Mektuplarda görülen] Bütün bu yaklaşımlar, bir yandan, Zarifoğlu’nun insan ve entelektüel tipini çizerken, muhatabına incitmeden, tepeden bakmadan yol gösterir ki, mektup en yakın ve ikna edici dildir...

Sadece Cahit Zarifoğlu’nu “bir yol gösterici” olarak görmüş bir yazarın, eleştirmenin kitabı değil bu. Kesin ve diri ve o kadar da yalnız bir şairin berraklaşması...

Ömer Erdem, Radikal Kitap,
Sayı: 692, 20 Haziran 2014, Sayfa: 4.

 

doğu düşüncesi ve kadim hikmet geleneği üzerine nezih neşriyat; büyüyen ay. çok güzel bir isme sahiptir.

zarp, ekşi sözlük, 12 Temmuz 2014.

 

Büyüyenay, kurulduğu 2012 yılından bu yana medeniyetimizin köklerine dair iyi bir seçki yayınlıyor... İsmail Hakkı Bursevî’den Yunus Emre şerhlerine, Âmâk-ı Hayâl’den Hayy bin Yakzan’a çok değerli kitapları, büyük emek harcayarak yayınlıyorlar. Geçtiğimiz ay seçkilerine iki güzel kitap eklediler. [İlki Hazreti Ali Cenkleri]... Bir ev hayal edin. Mevsim kış olsun. Hava öylesine soğuk olsun ki, evin soba yanan salonundan dışarı kimse adımını atmak istemesin. Kısacası, bütün aile salonda toplanmış olsun. –Buraya bir parantez açalım; aile kavramını bugünün bir, iki çocuklu çekirdeğin çekirdeği ailelerle kıyaslamayın. Mümkün olduğunca geniş bir aile hayal edin. Şunu da ekleyelim, ne televizyon ne de bilgisayar yahut internet gibi kavramların olmadığını düşünün-düşünebilirseniz.

Çok değil, 20-30 sene öncesinden bahsediyoruz. Ben mi? Hayır ben de yetişemedim ama anlatıldığını çok duydum, uzun geceler boyunca, soba başında “Cenk Kitabı’nın” okunduğunu ve bütün bir ailenin okuyanı dinlediğini… Yalnızca evlerde de değil, kıraathanelerde, kahvehanelerde, ortada bir kişinin okuduğunu, kalanların dinlediğini… Hayber’in fethinden Hazreti Ali’nin bin bir kahramanlığı ile yüreklerin coştuğunu ve sanki o gün, o saat seferdeymiş ve cenk alanını görüyormuşçasına dinleyenlerin heyecanlandığını çok duymuştum. Kısaca, bir kitap olmanın ötesinde, kültürümüzün kodlarına yerleşmiş bir birim olduğunu biliyordum. Ve şimdi merakla, heyecanla kitabı okumayı beklediğimi… Tıpkı bir nesil öncekiler gibi… Eskilerin “Cenk Kitabı” dediği “Hazreti Ali Cenkleri’ni” tekrardan ve bu güzel cilt ve açıklamalarla bastığı, yeni nesil ile buluşturduğu için Büyüyenay Yayınlarına ve kitabı hazırlayan İsmail Toprak’a teşekkür ederiz…

[İkincisi] Devletin Ölümsüzlük İksiri Siyasetin bir bilim disiplini içerisinde ele alınışını çoğu kimse batıda üniversitelerin teşekkülünden sonraya dayandırır. Özellikle Fransız düşünürlerin bu alanda düşünüp yazdığı ve ortaya Fransız Devrimi’nin çıktığı sanılır. Fakat Fransız Devrimi’nden yüzyıllar önce doğuda siyasetname yazanlar, hâlihazırda siyaseti bir bilim adamı titizliğiyle ele alıyorlardı. Zaten Batı da bu durumu inkar etmiyor, aksine Doğu’dan çıkan bu eserleri kabul edip inceliyordu. Fakat problem şuradaydı ki; biz, Batı’nın gösterdiği bu hassasiyeti göstererek kendi köklerimize inmiyor, mirasımız olan eserleri incelemiyorduk. Siyaset felsefesini de batılı yazarlardan okumakla iktifa ediyorduk. Büyüyenay Yayınları, kültür mirasımıza dair bu güzel siyasetnameyi çevirip günümüz diline uyarlayarak önemli bir iş başardı. Zira artık siyaset meraklıları doğu ve batı kaynaklarını karşılaştırarak okuma ve kendi köklerimizde siyaset düşüncesini arayabilme fırsatına eriştiler.

Mehmet Emin Gül, Genç Dergi,
Sayı: 95, Ağustos 2014, Sayfa: 42.

 

Cahit Zarifoğlu’muzun hatıraları, Âlim Kahraman tarafından “Cahit Zarifoğlu’ yla Yedi Yıl” kitabında okuyucuya sunuldu. Bu kitapta Zarif bir yaşamın ellerine dokunuyorsunuz. Âlim Kahraman Zarifoğlu’yla mektuplaşmalarını, Zarifoğlu’yla geçirdiği hatıraları anlatıyor. Zarifoğlu’nu hiç görmeyenlere, bir Zarifoğlu portresi çiziyor Sevgili Kahraman. Bu portre alışılmışın dışında bir portre değil, Zarifoğlu’nun Yaşamak isimli kitabını okuyanlar, onu az çok bilir ve tanır. Büyüyenay yayınlarından çıkmış olan bu güzel kitapta da Yaşamak’ın içindeki Zarifoğlu’nu yakalıyorsunuz... İnsanın hayat yolculuğunda önüne çıkan fırsatlar, rehberler önemlidir. Rehberiniz iyiyse hayatınız iyidir, güzeldir. Rehberiniz kötüyse hayatınızın tadı, tuzu yoktur. Cahit Zarifoğlu’yla Yedi Yıl kitabını okuduktan sonra hem size rehber olacak insanı seçmeye hem de kendi rehberliğinize yönelecek olana daha da titizleneceksiniz. “Yeryüzünü yırta yırta adım atıyoruz. Ayrılıklara dayanamıyoruz. İsyan bu, başımıza gelenlere razı değiliz.” cümlelerinde gördüğümüz güçlü, hisli, baş kaldıran bir Zarifoğlu var, Mektuplar’da da aynı Zarif duruşu buluyoruz. Çağın kalbinde gür bir ses bırakan Zarif şairin rahmeti bol, çizgisinden gidenleri çok olsun.

Hatice Ebrar Akbulut,
Milli Gazete, 2 Ağustos 2014, Sayfa: 15.

 

Bir tütsü misali buram buram zarif insan kokuyor kitabın sayfaları. “Keşke”lerle birlikte bazen hıçkırıklar düğümleniyor insanın boğazına. Tüm yaşanan ve yaşanmışlıklar adına...

Âlim Kahraman’ın kaleminden dökülmüş kelimeler. Çok güzel olmuş. Zarif insana dair böyle bir esere ihtiyacımız var imiş.

‘’Cahit Zarifoğlu’yla Yedi Yıl” isimli kitap Âlim Kahraman Bey’in büyük uğraşları sonucunda ortaya çıkmış ve Büyüyenay Yayınları tarafından basılmış. Zarifoğlu’yla geçen yedi yılını mektuplarla ve kendi yaşadığı duygularıyla, anılarıyla kaleme döken Âlim Kahraman, Cahit Zarifoğlu’nun çok değer verdiği kişilerden birisi. Kendisinden dergi faaliyetlerinin çoğuna iştirak etmesini istiyor Zarifoğlu. Bir dönem Mavera’nın editörlüğünü de yapıyor Âlim Kahraman.

Âlim Bey kitapta bir çok bölüme yer vermiş. Cahit Zarifoğlu ile mektuplaşmalarından oluşan bölümde sadece Cahit Zarifoğlu’nun Âlim Kahraman’a yazdığı mektuplar var. Mektuplarda o kadar çok şey var ki. Okurken sanki size yazılmış hissiyle, merakıyla bir sonraki mektubu merak ediyorsunuz ve yer yer de içiniz sızlıyor. Âlim Kahraman’a bir çok öğüdü var Zarifoğlu’nun yazılarla alakalı. Dostlukları ise takdire şayan bir güzellikte. Koca ömrün yedi yılına yayınlan bir dostluk. Her mektupta “kardeşim”, “dostum” diyor Zarifoğlu.

Kitabın kapağı ayrı bir fon oluşturmuş. Kapakta Cahit Zarifoğlu’nun el yazısıyla yazılmış mektuplardan biri var. Eliniz gezinirken kitabın kapağında, duygularınız kabarıyor. Bir anlık da olsa o anlara gidip geliyorsunuz. Kitabın içinde zaman dizini de mevcut. Zarifoğlu’nun yıl yıl neler yaptığı, nelerle uğraştığı vs. Mektupların orijinal haline de yer verilmiş bazı sayfalarda. Karışık bir yazısı olmasına rağmen bir naiflik ve huzur var sanki her kelimede. Koşturmacalarla geçen ömrü vefa etseydi daha yapacağı neler vardı kim bilir...

Velhasılı kelam bu kitabı bir iki kez daha okumaya niyetliyim. Her ayrıntıyı zihnimde daha canlı tutmak için. Beslenebileceğim yerleri daha net keşfedebilmek için...

Hatice Kübra Karadeniz,
dünyabizim.com, 6 Ağustos 2014

 

Kimi kitaplar, sır vericidir. Kimi kitaplar, nasıl olmamız gerektiği husunda bilgiler verir. Kimi kitaplar, farklı anlatımlarıyla farklılık katar duygularımıza, düşüncelerimize, hayallerimize, gerçeklerimize… Her kitap kuşkusuz insanın kaba ve ham taraflarını yontar, estetize eder. Kitapla barışık olan insanlar, kalabalıkların içinde kendi iç seslerini duyabilen, vakariyeti bir hazine gibi taşıyan, ferasetli bir nazarla bakabilen, düşüncelerini geldiği gibi değil; ölçüp tartarak dile getiren insanlardır. Kitaptan uzak olanlar bu hallerin tadını bilmez, bu halleri yaşayan insanları sıkıcı bulur, hatta onlara antika muamelesi yaparlar. Çok kitap okuyan nitelemesi yapmıyorum burada, bilakis kitabı iyi okuyan, anlamaya çalışan, kitapla sürekli bağ kuran insanlar, insan olmanın gerçekliğindedir demeye getiriyorum... Mâverdi’nin Yüce Hedefler Kitabı, insan olmaklığın ilim, feraset, nitelikli dost olmaktan geçtiğini, kısacası iyi şeylerin niteliğinde olmanın kodlarını anlatıyor. Kitabın orjinal adı “Kitabu’l-Buğyetü’ l-Ulyâ fî Edebi’ d-Dünya ve’d-Din” dir. Kitabı Arapçasından çeviren Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi’ dir. Büyüyenay yayınlarından çıkan Yüce Hedefler Kitabı beş yüz otuz yedi sayfadan müteşekkildir.

Hayat hem yürünülen yoldur, hem alınan mesafe… Kazalarımız, pişmanlıklarımız, umursadıklarımız, umursamadıklarımız elbette olacaktır. Unutulmaması gereken şey; iyi bir insan olmanın hedefinde olmaktır. Haset, gıybet, kibir, yalan, ihtiras, cimrilik, hayasızlık, koğuculuk vesair gibi bütün kötü emellerden zihnimizi ve kalbimizi olabildiğince uzak tutmak, bunların yerine okumak ve okunanı fiile geçirmek gayemiz olmalıdır. Yaptığımız işten zevk almak, meşguliyetlerimize mânâ katmak bizim elimizde. Ömrü iyi temeller üzerine kurgulanmış olanın, varacağı hedef de güzeldir. Güzel’in yolcuları olmak isteyenler “Yüce Hedeflere” yönelmelidir.

Hatice Ebrar Akbulut,
Milli Gazete, 12 Ağustos 2014, Sayfa: 15.

 

Hazreti Ali Cenkleri’nin Anadolu coğrafyasında bunca sevilmesinin, dilden dile aktarılmasının, büyüklerin ayaklarını ufuklara küçüklerin hayallerini göğe bağlamasının bir sebebi de hiç şüphesiz duru dilleridir. Halk katlarındaki dini duyuşta bilgiden çok psikoloji kol gezer. Ve bu evrende Hazreti Ali Cenkleri yalnız değildir. Battalnameler, Muhammediyeler, masallar ve menkıbeler de bu dilsel akışın yıldızları sayılırlar. Kendi payıma böylesi bir evde ve toplulukta büyümedim. Bir şekilde yolu kültürden ve inançtan geçen dost ve arkadaşlarımın çocukluklarında Hazreti Ali Cenkleri dinlediklerine şahit oldum. Sanırım ki Batı’ya gittikçe yerini başka anlatılara bırakan bu kaynaklar Doğu’ya indikçe dinsel yoğunluk da kazanırlar. Tam da bu bağlamda, Arap, Fars ve Türk kültür, inanç havzasının birlikte yoğurup şekillendirdiği, can verip kuşaktan kuşağa aktardığı metinler olmasını daha bir anlamlandırabiliriz cenknamelerin.

Kısa, vurucu, net, psikolojik dokunuşları yerli yerinde, inanmayı aşkla kuşanmış, din büyüklerine özden bağlı insanların dünyasında Hazreti Ali Cenknameleri’ni bugün başka başka bağlamlarda okuyup irdeleyebiliriz. Her haliyle melez metinler saymalı onları. İslamın ana maya olduğu bu kaynaklar, Türkçe olarak söylenirken sanki daha bir yükseklik kazanırlar. Muhayyilenin fertten cemiyete, cemiyetten ferde dalga dalga yayıldığını görürüz satır aralarında. Kaldı ki mezhep, ırk ve meşrep gözetmez cenknameler. Lakin bu hal, cenknamenin bütün varlığını Hz. Ali’ye dayandırıyor olması gerçeğini ortadan kaldırmaz. Melezdir sonuçta ama Ali de aradan çıktığında bütün anlamını yitirir. Eldeki toplama baktığımızda, başka şahısların cenknamelerini de buluruz. Muhammed Hanife Cengi, İmam Hasan ve Hüseyin Cengi gibi metinler ancak yan anlatı olarak hüküm taşırlar.

Her cenkname başta Hz. Muhammed olmak üzere dört halifenin resmi geçitidir. Dibe daha dibe bakılıp objektif olarak geri çekildiğimizde görsel akışın, mantıksal bütünlüğün, fantastik öğeler, mitolojik kalıtlar ve ham menkıbelerle sarmalandığını, aşk, iyilik ve kötülük, Müslüman ve gayrimüslüm, korkak ve kahraman, rekabet, merak, serüven duygusu, kadınlar ve inaç ile hem tekillik hem de karşıtlık içinde işlediği görülür. Otuz arşın boyunda insanlar, esrarengiz geyikler, kırk günlük yolu bir günde alan Düldül gibi varlıklar, kâh ejderha olan kâh beş yüz kulaç uzayan Zülfikâr gibi nesneler bu örüntüyü daha da çarpıcı hale getirirler. Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asrar girişlerinin fragmantal vuruşları akacak dilin ilk tatlı darbeleridir ve cenknameler hâlâ heyecan verici, halk İslamlığının kuşanmışlıkları içinde iç hesaplaşmalardan kaçınmayan dilsel yapılar olarak varlıklarını sürdürürler.

Roman ve öykü yazanlar kadar dile ve kültüre düşkün olanlar için ise asla kaçırılmayacak ve eskimeyecek anlatılar…

Ömer Erdem, Radikal Kitap,
Sayı: 700, 15 Ağustos 2014, Sayfa: 4.

 

Aklın çokça yorulduğu ve bizi çokça yorduğu zamanlardayız. Morale, motivasyona ihityacımız var. Yani Hz. Ali Cenkleri okumaya... Eskiden doğru düzgün bir cenk kitabı bulamıyorum diye bir mazeret sunabilirdik. Büyüyenay Yayınları, Hazreti Ali Cenkleri’ni yayımlayarak bu mazereti ortadan kaldırmış oldu. Çok da iyi etti...

Muaz Ergü,
dünyabizim.com, 26 Ağustos 2014.

 

Son zamanlarda birçok yayınevi İslâmî irfan geleneği içinde değerlendirilebilecek o kadar güzel kitaplar yayınlıyorlar ki, sadece takibi bile insan ciddi bir keyif yaşatıyor. Büyüyenay bu yayınevlerinden biri...

Ali Sali, Akşam Gazetesi,
7 Eylül 2014, Sayfa: 8.

 

Hikâye yazarı Kamil Doruk, masalın üzerindeki toza toprağa rağmen derinlerindeki cevheri fark edebilen yazarlardan biri. Yeni kitabı Sil Pasını Gönlünün, işte tam da bu farkındalığın sonucu olan bir eser. Kitabın hemen başında yer alan “söz anka’sı kanatlanınca” başlıklı bölüm, Doruk’un sadece bu kitap veya masal türü için değil genel olarak bugüne kadar ki bütün yazı mesaisinin özünü yansıtan bir manifesto niteliği taşıyor. “Eşyanın hakikatini görmek” nasıl, nice şeydir? sorusuyla başlıyor manifesto. Eşyanın hakikatini görmek Peygamberimiz Efendimizin bir duasıdır. Biz insanlara neye talip olmamız gerektiğini hatırlatan bu dua, elbette yazarlar için de bir pusula niteliği taşır. Binbir Gece Masalları’nın esas kahramanı ve sadece masalcıların değil bütün anlatı türlerinin piri olan Şehrazad’ı zamanımızda anlatacağız da ne olacak? Anlatmak hangi yaramıza merhem olacak sorusuna verdiği cevap, tam da Kamil Doruk’un hem yazı hem de hayat üslubunu özetlemesi bakımından önemli: “Anlatmak insan nüvesi bulunanlara güneş ışığıdır. Güneş ışığının ısıtacağı gönlü nefesli insan, bu ışık ile, etrafındaki selin temsili olduğunu yani sizin tabirinizle sanallığını anlayıp görür ve sokağa değil işine, gücüne, gönlüne bakar. Böylece rüzgârla yarışmak ve döne döne şehre tecavüz boğuntusundan kurtulur.”

Bir uzun masal Sil Pasını Gönlünün. İçinde pek çok ayete, hadise, menakıba telmih var. Tok gözlü namuslu bir balıkçı, erdemli bir emir ve vezir, Süleyman Peygamberin emriyle bir kübe hapsettirilen kötü cin, dile gelen renkli balıklar… Bir masalda rastlayabileceğimiz pek çok detay var Sil Pasını Gönlünün’de… Kamil Doruk postmodern bir masal yazmamış, daha zor yolu seçmiş ve klasik bir masalın tüm duruluğu, sadeliği ve yalınlığını yakalamayı başarmış. Daha zor olan bu yol. Zira günümüzde masalları kötü karakterlerinin gözünden anlatan sinema filmleri çekiliyor. Klasik masallara post modern kıyafetler biçiliyor. Ancak bütün bu mesai esnasında anlatılanın bir masal olduğu ikinci plana itiliyor maalesef...

... Kâmil Doruk kendi mührünü vurduğu kitaplarında tam da bu hesaplaşmayı yapmış biri olarak kalemi eline alan bir yazar. Eşrefi mahlukat ile esfel-i sâfilîn arasında yükselme ve çıkma potansiyeli ile varkılınan ama kâmil insanlara rastlamanın nadiratta olduğu gerçeğini insana hatırlatan/ihtar eden bir yazar Kâmil Doruk. Masal da yazsa imza atacağı metin farklı bir gaye gütmez. Bir kalp grafiği gibi yükselip-alçalan Sil Pasını Gönlünün de tam olarak bu seyrin edebi bir yansımasını yaşatıyor okurlarına. Cümlede yer alan “Yaşatıyor” ibaresini kulağa hoş gelsin diye seçmediğimi vurgulamak isterim. Zira Doruk bir atmosfer öykücüsü olduğu için yazdığı masalda da öncelikle atmosferi kurmayı tercih ediyor. Kelimelerle kurduğu atmosfer okuruna anlamaktan önce yaşamayı/hissetmeyi/tecrübe etmeyi sağladığından ve kitabı okuduktan sonra zihnimizde oluşan o devasa sisin arasından anlamı sonradan görmeye başladığımız için atmosfer kelimesi tam da Doruk’un yazdıklarını karşılayan bir kavrama dönüşüyor...

Suavi Kemal, Star Gazetesi Kitap Eki,
Sayı. 71, 11 Eylül 2014, Sayfa: 22.

 

Rüzgârın Söyledikleri - Hikâye-i Şâbur Çelebi kitabı, seven iki kalbin tüm zorluklara rağmen yılmayışını, mücadele edişini anlatıyor. Burada Âlim Kahraman’ ın değerlendirmesini de vermek gerekir. “Şâbur Çelebi Hikâyesi, başlangıcıyla aşk konulu bir halk hikâyesini andırıyorsa da, genel olarak değerlendirildiğinde bir meddah hikâyesidir.” ... Hikâyenin içerisinde gelişenlere baktığımızda bize verilen mesajları keşfederiz. “Kaderin üstünde bir kader” olduğunu görürüz...

Hikâyede masalımsı, okuyucuyu sıkmayan bir üslup vardır. Eserin dili akıcı ve yalındır...

Rüzgârın Söyledikleri’ni okurken, hatırıma ninelerin, dedelerin etraflarına toplanan küçüklere anlattıkları kıssadan hisse cinsindeki masallar geldi. Bu masallarda özümüzü bulur, anlatılanlar çerçevesinde sevinir, üzülür, heyecanlanırdık. Bizi etkilerdi bu masallar. Yaşamadan tecrübe katardı yaşanmamışlıklarımıza. Şimdiki çocukların bu masallara, hikâyelere ihtiyacı olduklarını düşünüyorum, hatta biz gençlerin de... Bize anlatacak bir dedemiz olmayabilir, ama bir kitap bu görevi ziyadesiyle üstlenebilir. Rüzgârın Söyledikleri - Hikâye-i Şâbur Çelebi kitabı, tek hamlede okunacak, bir çok hamlede etkisi olacak bir kitap. Büyüyenay yayınlarından çıkan bu eser, Âlim Kahraman tarafından hazırlanmıştır. Sevgi, saygı, adalet, bağlılık, çalışkanlık gibi değerlere vurgu yapan kitapta, büyük küçük hepimiz için bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Rüzgâr, belki bir gün bize de bir şeyler söyler, bizim hikayemiz de mutlu sonla biter. Kim bilir...

Hatice Ebrar Akbulut, Milli Gazete,
15 Eylül 2014, Sayfa: 15.

 

“Sen de Rivayet Etsen...” Yurdagül Mehmetoğ‑lu’nun ilk romanı. Büyüyenay Yayınlarından çıkmış. Yazarın profesör kimliğinden sıyrıldığı, onu ‘hiç’ olanla bütünleyen, kadim edebiyatın derin sularında bir derviş misali kulaçlar atarken, boğulmayı dahi göze aldığını her hâlinden belli eden bir roman... Kadim metinlerden bu yana gerçeği arama, sonsuz olana erişme uğruna yapılan yolculuk teması işlenegelmektedir. Bu romanda da Hakkâk’ın Sedefkâr’ı ararken, dehlizde yaptığı yolculuk boyunca kendi içine doğru da zorlu bir yolculuk yapması ve Sedefkâr’ı tamamen kaybettiğini sandığı anda, aslında onu kazandığını idrak etmesiyle bir dönüşümün gerçekleşmesi, Sende Rivayet Etsen... romanını kadim metinlere bağlar... Sen de Rivayet Etsen... romanı, yazarının “ölümlü dünyada olmak ve içine sindirebildiği bir esere sahip olmamak tasası”nı taşıyan, sadece bazı sanatkârların geçebildiği ve eşiğe kadar ulaşabilmiş, ama eşiği geçmekte tereddütler yaşayan, zira “kendini ararken tesadüfen başka bir ‘kendi’ ile karşılaşan” birinin hikâyesidir...

Funda Özsoy Erdoğan, Dergâh Dergisi,
Sayı: 297, Kasım 2014, Sayfa: 10-11 ve 19.

 

Ömrünü ruhunu gece gündüz kelime-i tevhitle yoğuran, Hızır’la yolları kesişen Şeyh Muhammed Sadık Efendi, “bildim ve buldum” derken Hızır’ın azarıyla bütün dünyalık sevdaları bir kenara bırakıp “nişansız olandan bir nişan aramak sevdasıyla” tekrar yol alırken yine benliğin tuzağına takılır. Her seferinde üzgün ama ümit ve gayretle tekrar ayağa kalkar. En sonunda yine Hızır’ın yoldaşlığında, hakikat denizine kavuşarak uğruna ömrünü vakfettiği tasavvuf yolunun yolcularına öğüt vermek için Risale-i Terbiyename’yi yazar. Kendisi de daha öncekilerin öğütleriyle yol almıştır çünkü.

Büyüyenay Yayınlarının “Tasavvuf” serisinden, geçtiğimiz Temmuz ayında çıkan eser, birçok kişinin emek ve gayretleriyle hazırlanmış. Eser 1700’lerin sonunda kaleme alınmış. Adından da anlaşılacağı üzere bu bir terbiye kitabı: Hem ruhu, hem kalbi hem de nefsi terbiye. Hakikat menziline ulaşmak ancak böylesine mümkün olduğu ve bütün hâl ve hareketlerin tasavvuf âdâbına uygun olması gerektiği izah ediliyor...

Hiçbir sanatsal kaygı taşımaksızın tamamen öğretici bir amaç ve nitelik taşıyan eserde, yazar kendisi de bunu “saliklerin uymaları gereken edep kurallarının pek çok önemli kitapta yazılı olduğunu bilirsin. Fakat o nüshaları ve sırlarla dolu kitapları bulmak sana zor gelir. Ben sana, okuyup bildiğim kadarını açıklayayım.” diye ifade eder. Ayrıca yazarın, anlattıklarını sanki sanki karşısında biri varmış gibi samimi bir üslupla dile getirmesi ve hitap kelimeleri kullanması eserin etkisini arttırmaktadır. Terbiyename’nin yazıldığı dönemin zihniyetini düşündüğümüzde, son derece gerekli bir metin olduğunu tahmin edebiliriz ancak günümüz itibariyle de hakikat yolcularının istifade edebilecekleri bir kaynak olarak yol göstermektedir.

Türkan Bardakçı, Hece Dergisi,
Sayı: 215, Kasım 2014, Sayfa: 159-160

 

Sil Pasını Gönlünün kitabı, gönlünü arı-duru yapmak isteyenler için hoş bir kitap. Kâmil Doruk hikâyeleriyle tanıdığımız bir kalemdir. Bu kez Doruk, masal anlatıcısı olarak çıkıyor karşımıza. Sil Pasını Gönlünün kitabında anlatılan masal, bir balıkçının öyküsüyle başlıyor. Balıkçının serüvenine katılarak okuyoruz kitabı ve okurken de yaşamadığımız tecrübeler ediniyoruz. Kitabın giriş kısmında ‘Söz ankâsı kanatlanınca...’ başlığıyla bir yazı yer alıyor. Bu yazıdaki cümleler, özelde kitapta anlatılan masal hakkında bilgileri, genelde ise bize söylenilen öğütleri içeriyor. Yazar kitapta Şehrazâd ismindeki bir abladan bize anlatılar sunuyor. Yazar da anlatmak fiilinin gücüne inanıyor bence. Bu inançla anlatının en güzel örneği olan masal türüyle çıkıyor okurlarının karşısına. ‘Anlatmak, insan nüvesi bulunanlara güneş ışğıdır.’... Sil Pasını Gönlünün kitabı ‘Karanlık hep vardır, çabalayan ışıktır.’ sloganıyla büyüyen, gelişen bir kitaplıktan çıktı, Büyüyenay Yayınları’nın kitaplığından. Usta kalem Kâmil Doruk’un eseri olan kitap, gülümsemek, heyecanlanmak, hatırlamak, özlem duymak için okunulası, kütüphanelerde yerini alası.

Hatice Ebrar Akbulut,
dünyabizim.com, 5 Kasım 2014.

 

Keşfedilen Cevherler adlı kitap Asya, Afrika, Ortadoğu coğrafyasında ikamet eden İslâm milletini meydana getiren Arapça, Farsça ve Türkçe kaynak eserlerden derlenen hikâye, şiir, sanat, mektup, nükte, siyaset, hikmet, siyer, tarih, biyografilerden oluşuyor. XIX. yüzyıl Osmanlı devlet adamlarından şair, Mehmed bin Mustafa Lebîb Efendi (1785-1867)’’nin kaleme aldığı Cevâhir-i Mültekata 1869 tarihinde yayımlanmış, adeta içinde “ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” cinsinden bir eser olup derde deva bulmayı okuyucuya bırakan bir başyapıt. Keşfedilen Cevherler adıyla Büyüyenay Yayınları tarafından ilk defa günümüz Türkçesiyle 2 cilt halinde yayımlanan eseri yayınevi Gazze şehitlerine adadığını belirtmiş. İç kapağında 7 Temmuz-26 Ağustos 2014 tarihleri arasında İsrail’in Gazze saldırıları sonucu yaşamını kaybeden 2.150 kişinin isim listesi var.

Ferhat Eren, Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki,
Sayı: 93, 7 Kasım 2014, Sayfa: 30.

 

Tasavvuf toplumumuzun kimliğine sinmiş bir erdem/edep yoludur. Selçuklu-Osmanlı çizgisinde tasavvuf sadece bir terbiye metodu değil, aynı zamanda bir ticarî etik (Ahilik), yani dünyevî alanda bir ruhî yükseliş ve sosyal alanda medenî bir toplum yetiştirme sistemidir.

Öyle olunca siyasetle ilişkisi de gündeme gelir. Mutasavvıflar, din ile siyaset iç içe geçmez diyerek genelde kendilerini günlük politikadan uzak tutmuşlar ancak yöneticilerin zulmüne de gözlerini kapamamışlar onları bazen sert bir dille uyarmaktan kaçınmamışlardır. O nedenle padişahlar yanlarında onların ruhî (rot/balans) ayarını yapacak Hak dostlarını eksik etmemişlerdir. Kaldı ki, bizim siyasetname geleneğimiz vardır. Ehl-i tasavvuf zaman zaman erdemli bir siyaseti hedefleyen nasihatnameler kaleme almıştır. Siyasetin sadece Batılı bağlamda bir güç ve iktidar mücadelesi değil bir “faziletler yolu” olduğunu ortaya koymuşlardır.

Büyüyenay Yayınları, Allah onlardan razı ve hoşnut olsun, tarihimizin bu alandaki şah eserlerini binbir meşakkatle okuyucusunun huzuruna çıkartıyor. Müthiş! Tebrik üstüne tebrik!

Doç. Dr. Sadık Yazar İbn Zafer’in Sülvanü’l-Mutâ fî Udvâni’l-Etba adlı eserini Kara Halilzade Said Mehmed Efendi’nin tercümesinden naklen Devletin Ölümsüzlük İksiri adı altında sadeleştirerek yayına hazırlamış. İbn Zafer 12. yüzyılda yaşamış bir İslam âlimi. Kara Halilzade Osmanlı 18. yüzyıl münevverlerinden. Yazar ise günümüz öğretim üyelerinden.

Ölümsüzlük iksiri kevserdir. Ölümsüz olmak iyi hatırlanmaksa siyasetçilerin buna ihityacı var. Bu eser sadece bir yönetim kılavuzu değil aynı zamanda bir yurttaşlık bilgisi kitabı olarak da okunabilir. Yazar önce eser ve müellifi/tercümanı hakkında bilgi veriyor. Ardından kitabın hem günümüz Türkçesine uyarlanışı hem çeviriyazı metni (taranskripsiyon) hem de Arapça aslı çalışmada yer alıyor. İbn Zafer metot olarak Mesnevi uslubuyla yani hikâyelerle siyasete atıflar yapıyor. Tevekkül, teessi (sabredip teselli bulmak), rıza, bereket, zühd konularını işlemekte. Bu öyküler içerisinde ulema var, vüzera var, ukala (akiller) var, hatta, hayvanlar bile var.

Kendini rahat okutan bir kaynak. Ama onu bu hale getirmek kim bilir ne kadar emek gerektirmiştir. Bir daha bravo!

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Derin Tarih Dergisi,
Sayı: 33, Aralık 2014, Sayfa: 118-119.

 

Aslı itibariyle Farsça kaynaklara dayalı bir Tasavvuf Tarihi çalışması olan kitap müesseseleşmiş tasavvufun icra mekânları addedilen ‘hankâh’ların veya Türkiye’de daha yaygın tabiriyle ‘dergâh’ların tarihini İran merkezli olarak ele alan bir çalışmadır.

Hankâhlar Tarihi, ele aldığı ana ve ara başlıkları son derece özet bir biçimde yer verse de barındırdığı ayrıntılar sebebiyle Türkçede bu alanda oluşan birikimi destekleyebilecek bir yayındır. Yer yer aksasa da genel anlamda akıcı ve başarılı görünen diliyle özenli bir tercüme çalışmasıdır. Söz ettiğimiz birkaç ufak hata hariç özel isimlerin ve tasavvuf terimlerinin okunuşundaki isabet oranı da oldukça yüksektir. Eserin bibliyografyası, Türkiye’de çok kullanılmayan bazı kaynakları işaret etmesi açısından ayrıca kıymetli gözükmektedir. Bu tür çalışmalar Türk ve İranlı araştırmacıların güçlerini birleştirerek bu alanlarda daha doyurucu ortak çalışmalar yapmasının önünü açabilir.

Yusuf Turan Günaydın, Belleten Dergisi,
Sayı: 283, Cilt: 78, Aralık 2014, Sayfa: 1205-1210.

 

N. Ahmet Özalp’in dakik araştırmaları sonucu günyüzüne çıkan Mevlid Hikâyeleri (Hi‑kâye-i Mevlidi’n-Nebi), Mevlid’lerin arkasında kalakalmış olan hikâyeleri bize gösteriyor… Kitabın güzel tarafı eserin hem günümüz Türkçesine aktarılmış hâlinin manzum olarak verilmesi, hem de sadeleştirilmiş hâlinin mensur olarak verilmesidir. Bu iki bölümün karşılık sayfalarda basılmış olması, metnin anlaşılabilmesi için okuyuculara hem bir kolaylık sağlıyor, hem de metni orijinalinden okumak isteyenler için fırsat oluyor…

İsmail Demirel,
dünyabizim.com, 6 Aralık 2014.

 

Birkaç yıldır olduğu gibi 2014’ün kayda değer gelişmelerinden biri de Türk edebiyatının unutulan veya ihmal edilen klasiklerinin yeniden neşriydi… Roman kategorisi içinde ele alınmasını garipseyenler olacaksa da, Hazreti Ali Cenkleri bu grupta değinilmesi gereken bir eser. Destan geleneğimizden cenknâmelere, yerli roman literatürümüzün ilk temsilcisi olarak da yorumlanabilir Hazreti Ali Cenkleri. Yazma ve basılı çok sayıda eserden faydalanılarak hazırlanan bu neşir, kesinlikle yılın en önemli kitaplarından biriydi. (Hazreti Ali Cenkleri, Haz. İsmail Toprak, Büyüyenay Yayınları).

Ali Görkem Userin, Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki,
Sayı: 94, 10 Aralık 2014, Sayfa: 18.

 

Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Amak-ı Hayal adlı felsefi romanıyla ve edebiyatçı kimliğiyle gündeme geldi sık sık. Ama o, sadece bir romancı değil, romancı olmaktan daha da öte memleket meselesine kafa yoran biridir. Çağın sorunlarını geniş bir perspektiften görüp bu sorunlara çözüm öneren, ne Batı’ya körü körüne hayran ne de Müslüman olmaktan utanan biridir. Hem kendi toplumunu hem de Batı toplumunu yakından bilir ve her iki toplumun hastalıklarını sağlıklı bir analizle teşhis eder o... Şehbenderzade’nin Bedri Mermutlu tarafından yayıma hazırlanan Yirminci Asırda Âlem-i İslam ve Avrupa Siyaseti başlıklı kitabı da Büyüyenay Yayınlarınca yayımlandı. Avrupa’yı yakından tanımak ve günümüzü daha iyi anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitap bu.

Ahmet Serin,
dünyabizim.com. 21 Aralık 2014.

 

Kapat